ARÂZÎ

Okuma süres 15 dk, 18 sn
İslam'ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır. Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır. Yine mîrî arazinın kullanım şekillerinden olan tımar, zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir. Islâm'da arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi çeşitlerini açıklayacağız. Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta fethedilme şekline göre belirlenir.

Kendileriyle savaş yapılan düşman Islâm'ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olur. Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir. Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar. " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun malikidir." (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s. 397; Ebû Dâvud, Bâbu Iktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067). Bu hüküm menkul ve gayrı menkul bütün mallar hakkında geçerlidir. Imam Ebû Yusuf bu çeşit toprakların, Islâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı kânaatindedir. (Kitabü'l-Harâc, s. 74, 75)

Düşman, Islâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına uyulur. Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ileride siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır. Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz, almayınız. Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû Uheyd, a.g.e., s. 210). Bu şekilde. gayrı müslim malıklerinin elinde kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur. Hz. Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir. Hz. Ömer devrinde. Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s. 274; Kitâbü'l-Harâc, s. 75).

Düşman toprakları zorla fethedilmişse, Islâm devlet başkanı bu topraklar ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:



a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk Islâm'a girince bunlar öşür arazisi olur. Hz. Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur.

b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazılere, beşte biri beytü'l mâle* bırakılır. (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur. Hz. Peygamber zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu gazveye katılan gazılere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis etmiştir.

c) Hz. Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur. Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (s.a.s)'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler. Halife Hz. Ömer bu teklifi kabul etmedi. Muaz b. Cebel ve Hz. Ali gibi sahabe büyükleri de Hz. Ömer'i destekledi.



Hz. Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları gazılere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprakların büyük kısmı müslümanların eline geçer. Sonra, bu toprak sahipleri zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver." Hz. Ali de şöyle diyordu: "Bu toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı olsunlar." (Kitâbü'l-Emvâl, s. 83-85, No: 152-153) Hz. Ömer de, "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra, taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım" demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s. 85). Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı. Şûrâ, Hz. Ömer'i dinledikten ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz. Ömer'in ictihadına uydu. Yani bu bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski malıklerinin elinde bırakıldı. Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı. Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M. el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî;, Mısır 1964, s. 124-126) Hz. Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu. Islam devlet başkanı artık bu nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s. 75).

Osmanlılarda araziler, İslam'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur. Şimdi bunları kısaca açıklayalım:

Mülk arazi (arazi-i memlûke):

Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir. Şu araziler bu kabıldendir:

Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm yerler.

Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler.

Öşür arazisi:

fetih sırasında, gazılere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan arazilerdir.

Haraç arazisi:

fetih sırasında gayrı müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H. 1274 Tarihli Arazi Kanunu, madde 2).

Mîrî arazi:

Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ, bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir. Bu çeşit araziye arz-ı memleket de denir. Bunların ortaya çıkışı şöyle olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç arazisi iken malıklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk arazi iken zamanın geçmeşiyle malıkleri meçhul kalan, yahut rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan araziler miri arazidır. Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık mültezim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle tasarruf olunup, mutaşarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler de bu statüye bağlıdır. Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, a.g.e., V, 389; A.H. Berkî;, Miras ve Tatbikat, Istanbul 1947, s. 107; Ali Şafak, Islâm Arazi Hukuku, Istanbul 1977)

Vakıf arazisi:

Islâm'da gayrı menkuller, geliri Islâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek üzere vakfedilebilir. Iki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf. Birincisi önce mülk arazi iken. Islâm hukuku esaslarına uygun olarak vakfedilen arazidır. Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır. Gayr-i sahih vakıf ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidır. Bunlara, "irsâd ve tahsisat kabılinden vakıf" da denilir.

Metrûk (terkedilmiş) arazi:

Bu arazi türü de iki kısımdır. Birincisi, herkesin yararlanması için terkedilen yerler. Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi. Ikincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi. Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler. Bu gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz.

Mevât (ölü) arazi:

Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir. Bu mesafe genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra başlayan noktadır. Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak kabul edilmiştir. Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:

1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,

2-Arâzî bir köy veya kaŞabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,

3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,

4-Arazî şehirden uzak olmalıdır. Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki tarifte açıklandığı gibidir.

Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi hakkında, Islâm miras hukuku hükümleri uygulanır. Bir kimse böyle bir araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslam'ın genel arazi kanunu hükümleri geçerlidir.

1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde

"Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden (aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir. Diğer ekilip biçilen araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de caridir."

Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh kitaplarına göre cereyan eder. Miras konusunda ferâiz hükümleri uygulanır. Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez. Fakat rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinın tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır. Ilk arazi kanunu 761 Hicrî tarihinde Osmanlı hükümdarı 1. Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış, bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir. Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi Intikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer Islâmî kanunlar ve hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir.

1913 Tarihli Arazi Intikal

Kararnâmesi:

Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm * denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir. Bu kanun, 1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir. Arazi intikal kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:



1) "Bir kimse vefat edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder ve bunlara (ashab-ı intikal) denir."

2) "Ashâb-ı intikalın birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları ve torunlarıdır. Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların torunlarına aittir. Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri intikal hakkından düşürür. Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in fürûu kendi makamına kâim olurlar. Yani ona intikal edecek hisseyi alırlar.

Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan fürûa intikal eder. Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği takdirde intikal hakkımünhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna kalır. Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur. Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir."

3) "Intikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile onların fürûudur.

Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail olurlar. Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine göre makamına kâim olurlar. Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur.

Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere intikal eder. Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin fürûuna kalır."

4) "Ashab-ı intikalın üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük babalarıyla, bunların fürûudur.

Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar.

Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre onun makamına kâim olur. Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal eder. Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder.

Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail olurlar.

Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan fer'iler, birinci derecenin intikalınde belirtilen hükümlere tabi olurlar. "

5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır."

6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken muahharı intikal hakkına nail olamaz.

Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal eder. "

7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle birlikte bulununca ¼ hisşeye ve ikinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca ½ hisşeye nail olur.

Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır.

Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına nail olur."

8) "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye ile mukâtaa-i kadîmeli müstegallât hakkında dahi câridir."

9) Intikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyenin icârât-ı hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinın öşür bedeli mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o miktara iblağ olunacaktır.

Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette uygulanacaktır. Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye için vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabıyle ifası lâzım gelen resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabıyle ifa kılınacaktır. "

10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle ibka edilecektir. "

II) "Işbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır. "

12) "Işbu kanun hükümlerinin icrasına malıye ve vakıflar nezaretleri memurdur. "

Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayrı menkul hazıneye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez. Artık hazıne bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir.
Yorum Yap